10 Aralık 2010 Cuma

Hatayı yumuşaklık ve tatlı dille düzeltmek

Gence Şehri’nde bir şehzade vardı. İşitenlerden uzan olsun, murdar, zâlimdi.
Bir gün içmiş içmiş, kafa tutkun, elinde bir bardak şarâp, şarkı söyleyerek mescide girdi. Camiin bir maksuresinde tatlı dilli, temiz yürekli, âlim bir âbid oturmuş, başındaki cemaate vaaz ediyordu. İnsana böyle olmak yaraşır. İnsan ya âlim olmalı, ya âlimi dinlemeli.
Şehzadenin böyle bedmest olarak mescide girmesi, mescidin kudsiyetine hürmet etmemesi, oradaki azizleri müteessir etti. Fakat padişahlar, şehzadeler Allâhın emrine aykırı iş yaptıkları zaman, onlara kim;
“- Bu iş şeriate uymaz, vazgeç!” diyebilir?
Sarımsak kokusu gül kokusunu, davul sesi çengi sesini bastırır.
Şeriata uymayan bir şeyi menetmek elden gelirse, elsiz ayaksız gibi oturmak yakışmaz.
Uygunsuz şeyi el ile menetmek mümkün olmazsa, dil ile menet. Çünkü birçok fenaları nasihat vererek yola getirmek kabilir. Bu da olmazsa, o zaman erenler gönülden himmet ile menetmeğe çalışırlar.
Mescitteki cemaatten birisi o halvette oturan âlimin yanına gitti, başına yere koydu; inledi, ağladı:
“-Ey aziz! Biz elsiziz, dilsiziz, bir şey yapamıyoruz. Şu çapkın sarhoşa beddua ediniz. Ariflerin gönlünden çıkan yanık bir nefes yetmiş kılıç ve teberden daha kuvvetlidir!” dedi.
Cihan görmüş âbid el kaldırdı:
“- Ey gökleri, yerleri yaratan Allâh; şu çocuk çok keyiflidir, çok bahtiyardır. Zaman onun gönlünce gidiyor. Allâhım onun keyfini bozma!” dedi.
Duayı işitenlerden birisi âbide:
“- Ey doğruluk kıblesi! Bu kötüye niçin iyilik istedin? Kötüye iyilik istemekle, bütün bir şehir halkına kötülük ediyorsun. Halka yazık değil mi?” diye itiraz etti.
İyi görücü, keskin akıllı âbid cevap verdi:
“-Arkadaş! Sözün sırrını anlamıyorsan sus! Ben ona Cenâb-ı Hakkın tövbe nasip buyurmasını istedim. Fakat maksadımı ince ve nükteli bir tarzda ifade ettim. Her kim çirkin huyundan vazgeçerse, cennette ebedî bir hayata kavuşur. Şarabın verdiği zevk beş gün sürer. Onu bırakmakta ise, ebedî zevkler vardır.”
Âbidin bu beliğ ve güzel sözünü orada bulunanlardan birisi şehzadeye ulaştırdı.
Şehzade âbidin sözünü işitince bulut gibi yaş yağdırdı, bu yaşlar sel gibi yüzünden akmağa başladı. Tövbe etmek için öyle bir iştiyak hâsıl oldu ki, içini yaktı. Utancından gözlerini yere dikti, başını kaldırdı.
Âbide:
“- Lütfen zahmet edip buyursunlar. Doğru yolu idrâk edemiyen başımı ayaklarının altına serip, tövbe edeceğim!” diye haber gönderdi.
Nasihatçi âbid kalktı, sarayın kapısına geldi. Askerler iki tarafa dizildiler, âbidi selâmladılar. Âbid saraya, girdi. Şehzadenin divanhanesinin sağına soluna baktı. Ne görsün? Şeker var, ünnap var, mum var, şarap var. Hulâsa, türlü nimet mevcud, fakat adamlar harap, bitik. Birisi kendinden geçmiş, birisi çakır keyif, birisi şarap şişesi elinde gazel okuyor; bir taraftan hanendeler, sazendeler âhenklerine devam ediyorlar.
Şehzade emretti. Ne varsa kırdılar, parça parça ettiler. Hulâsa, başı kibir ile, gurur ile mest olan şehzade, ihtiyarlar gibi ibâdet köşesine çekildi.
Mezkûr şehzadeye bundan evvel babası, kaç kere tehdid ile, makbul gidişli ol, değerli sözlü ol, fisk-u fücurdan vazgeç demiş olduğu halde, nasihat dinletememiş, asla müessir olmamıştı. Babası bazen onu uslandırmak için ceza verirdi. Aldırış etmez, cezayı çekerdi. Babası onu zindana ettirmek, ayaklarına, ellerine zincir koydurmak istemiş; şehzade ona da razı olmuş, bunu göze almıştı.
Şehzadeye bundan evvel hangi bir derviş:
“- Böyle işleri câhiller yapar, sen bundan vazgeç!” demiş olsaydı, onun başım kestirir, diri komazdı.
Arkadaş! Kükreyen arslanlar cenkten kaçmaz; kaplanlar keskin kılıçtan korkmazlar. Yumuşaklıkla düşmanın derisini yüzmek kabildir. Sert muamele dostu bile düşman eder.
Örs gibi katı yüzlülük eden herkes, kafasına muhakkak çekiç yer.
Büyük kimselere bir şey söyler, teklif ederken sertlikle söyleme! Onun sertliğini gördükçe sen yavaşlayıver.
Küçük, büyük her insana karşı daima iyi huylu ol. Yumuşak, tatlı muamele edersen, fakir sana kul, kurban olur; zengin de yumuşar, tevazu gösterir.
Muvaffakiyet, tatlı dildedir. Acı ve sert muamele daima hırçınlık ile karşılanır.

Sadi-i Şirazi, Bostan. krş. Sadık Yalsızuçanlar, s. 184-186

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder