15 Aralık 2010 Çarşamba

Geçmiş engellenmişliklerin etkisinde kalmak

Kafese beş maymunu koyarlar. Ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun ayni denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk suyla ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler... Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir... Ve merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmelidir...

Sözsüz iletişim

Bir zamanlar İran’da bilginler ve şairler, "Suskunlar Meclisi" adı ile bir topluluk oluşturmuşlardı. Üye sayısı 30 kişiydi ve bunu arttırmıyorlardı. Üyeliğin ilk şartı çok düşünmek, az yazmak ve çok az konuşmaktı. O zamanlar meşhur şair ve bilgin Molla Camî, bu meclisin aşkındaydı.Günün birinde Suskunlar Meclisinin bir üyesinin öldüğünü duyunca, onun yerine aday olmak için bilginlerin bulunduğu köşke geldi. Kendisini karşılayan kapıcıya bir şey söylemeden, ismini bir kağıda yazarak o sırada toplantı halinde bulunan Suskunlar Meclisi'ne gönderdi. Meclis üyeleri bu teklifi görünce biraz üzüldüler.

Molla Cami ‘yi oraya layık bir bilgindi ama ölen üyenin yerine başka birini almışlardı. Yeni bir üye için yer yoktu. Meclis başkanı, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Camî'ye gönderdi. Zeki bilgin durumu kavramıştı. Bir damla daha olsa bardak taşacaktı.

Bunun üzerine O da hemen oracıktaki bir gül dalından küçük bir yaprak koparıp, nazikçe suyun üstüne koyuverdi. Bardak taşmamıştı. Bunu içeri gönderdi. Meclistekiler bu kibar cevabın manasın anlamışlardı: Zarif insanların yeri başkaydı. Üyeler, bu değerli bilgini de aralarına almaya karar verdiler. Başkan listeye Molla Cami’nin adını ekledi. Otuz sayısının önüne bir sıfır koyarak, 300 yazdı. Bununla Molla Camî sayesinde, meclisin değerinin on misli arttığını belirtiyordu. Listenin son şekli Molla Camî'ye gelince, meseleyi anladı. Ancak sayının büyük gösterilmesinden hoşlanmadı.

Sağdaki bir sıfırı silerek, otuz sayısının soluna koydu. Yani 030 yazdı. Alçak gönüllü Molla Cami, böylece kendisini solda sıfır sayıyor, bardağı taşırmadığı gibi, o meclisin yapısını da etkilemeyeceğini söylüyordu. Diğer üyeler bunu görünce, saygı ve hayranlıkları bir kat daha artmış olarak Suskunlar Meclisi'nin yeni üyesini selamladılar...

Çocukların davranışlarını anlamlandırmak

Bir süre önce, bir arkadaşım, 3 yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı.
Durumları iyi değildi ve kızının kağıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti.
Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve "Bu senin için babacığım" dedi.
Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti, ama kutunun boş olduğunu görünce için için
sinirlenmekten de kendini alamadı.
Kızına bağırdı:
Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?" “
Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi:
Ama babacığım, kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin icin babacığım." “
Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı.
Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının baş ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana.
Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu.

Hasan Yılmaz, Gençler, s. 129

iş ve zaman planlaması

Aşağıdaki gerçek hikâye Kellog Business School da (Northwestern Universitesi) iş idaresi master öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer.
Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra "Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız" dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve "bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan "Doldu" diye cevapladılar.
Profesör "Öyle mi?" dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mucur çıkarttı. Mucuru kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mucurun taşların arasına yerleşmesini sağladı.
Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha "bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Bir öğrenci "dolmadı herhalde" diye cevap verdi. "Doğru" dedi Profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mucurların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve "bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Tüm sınıf bir ağızdan "Hayır" diye bağırdılar.
"Güzel" dedi Profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek "bu deneyin amacı neydi" diye sordu.
Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır" diye atladı.
"Hayır" dedi Profesör, bu deneyin esas anlatmak istediği "Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsın" gerçeğidir.
Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken Profesör devam etti;
"Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek!
Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de alıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir".
Profesör ders bittiği halde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı gitti.


Hasan Yılmaz, Gençler, s. 108-109

Hedef belirleyerek hareket etmek

Bir kış günü bir köy okulunda öğrenciler derste iken yoğun kar yağışı okulun bahçesini bembeyaz örtmüştür. Teneffüs zili çaldığında öğretmen ve öğrenciler bahçedeki dümdüz ve bembeyaz örtüyü görürler. Öğretmen öğrencilere döner ve;
Çocuklar hadi bir yarışma yapalım. Bu gördüğümüz karın üzerinde bahçenin bir ucundan diğer ucuna kadar dümdüz sağa sola sapmadan yürüyebilen yarışmayı kazanacak. Kim en düz şekilde yürürse o kazanacak. Çocuklar başlarlar yürümeye. Her biri en düzgün şekilde yürümek için çaba gösterirler. Yarışma biter. Öğretmen merdivenlere çıkar ve karın üzerindeki izlere bakar. Her öğrencinin bıraktığı ayak izlerinde az ya da çok sağa sola sapmalar vardır. Ancak bir öğrencinin bıraktığı iz ip tutulmuş gibi dümdüzdür. Bu öğrenci yarışmayı kazanır. Öğretmen öğrenciyi çağırır ve sorar.
Nasıl başardın oğlum, ne yaptın da bu kadar düz yürüyebildin.
Öğrenci cevap verir.
-Armut ağacı sayesinde öğretmenim.
Öğretmen şaşırır. 
– ne alakası var oğlum armut ağacı ile senin düz yürümen arasında öğrenci cevap verir. 
-Öğretmenim siz yarışmayı başlatınca ben gözümü bahçenin diğer ucundaki armut ağacına diktim. Gözlerimi armut ağacından hiç ayırmadan yürüdüm. Sadece armut ağacına baktım. 

Hasan Yılmaz, Gençler, s. 89

Her işi ciddiyetle ve güzel yapmak

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşvereni olan müteahhite çalıştığı konut yapım işinden ayrılmak ve eşi büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Fakat gene de emekli olmak ihtiyacındaydı. Müteahhit marangozun ayrılma kararına üzüldü. Ve ondan kendine bir iyilik olarak son bir ev daha yapmasını rica etti. Bu teklif marangozun hiç hoşuna gitmedi. Ama kabul etti ve işe girişti. Ne var ki gönlü yaptığı işte değildi. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Hayatında yaptığı en berbat en dayanıksız evi yaptı. İşini bitirdiğinde müteahhit evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı.
- Bu ev senin. Sana benden hediye. Ömrünün kalan kısmını bu evde yaşayacaksın güle güle kullan dedi. Marangoz şoka girmişti. Ne kadar utanmıştı. Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi.. o zaman onu böyle yapar mıydı! 

Hasan Yılmaz, Gençler, s. 52

Marifet iltifata tabidir

Bir araştırmada, ustalığı ile ünlü bir aşçıya, bir günde kazandığı paranın 4 katı teklif edilir. Yine yemek pişirecektir, yani en iyi yaptığı işi yapacaktır. Tabi aşçının araştırmadan haberi yoktur, o şirket adına çalıştığını düşünmektedir. Ancak ustanın pişirdiği yemekler onun gözünün önünde çöpe dökülür. Aşçı pişirir, biri gelir ve pişirdiğini aşçının gözleri önünde çöpe döker. Ünlü usta ancak iki gün çalışır ve işi bırakır. Aşçıya sorarlar:
- Usta, eskiden kazandığın paranın 4 katını kazanıyorsun, buna rağmen neden işi bırakıyorsun?
Usta cevap verir:
- Ben yaptığım yemeklerin yenmesini isterim. Yemeğimi yiyen insanların mutluluklarını yüzlerinde görmek isterim. Bu iş bana zevk vermiyor. Ben eski işime döneceğim...

 Hasan Yılmaz, Gençler, s. 49

Kalıcı öğrenme-2

Gazali İranda Meşhed yakınlarındaki Tus isimli bir köyün meşhur, Müslüman âlimlerinden biridir. O zamanlar, yani hicri 5. yüzyılda Nişabur, o bölgenin en büyük ilim merkezidir. O bölgedeki talebeler gibi Gazali de tahsil için Nişabura gelir, edindiği bilgileri kaybetmemek için onları düzenli bir şekilde yazar ve defter haline getirirdi. Yıllardır verdiği emeğin ürünü olan bu defterleri canı gibi severdi.
Yıllar sonra vatanına dönmeye karar verirince defterlerini düzenleyerek torbasının içine yerleştirir ve kafileyle birlikte yola koyulur. Ancak, kafile yolda eşkıyaların saldırısına uğrar. Kafilenin önünü kesen eşkıyalar malları ve istedikleri şeyleri birer birer toplarlar. Sıra Gazalinin eşyasına gelince, yalvarıp yakarmaya başlayan Gazali: "Bundan başka ne varsa alın, bir tek bunu bana bırakın!" der.
Hırsızlar, bu söz üzerine torbanın içinde kıymetli bir eşya olduğunu sanırlar. Ancak torbayı açınca, bir avuç karalanmış kâğıttan başka bir şey göremezler. Ve şöyle bir diyalog geçer:
Eşkıya reisi: "Bunlar nedir, neye yarar?"
Gazali: "Bunlar, benim bir kaç senelik tahsilimin ürünüdür. Bunları benden alırsanız bilgilerim boşa çıkar. İlim tahsilindeki zahmetlerim heba olup gider."
Eşkıya reisi: "Gerçekten senin bilgilerin bunun içinde mi?"
Gazali: "Evet!"
Ve ardından yıllar sonra Gazaliye "Düşünce hayatıma yol gösteren öğütlerin en iyisini, yol kesen bir hırsızın dilinden işittim." dedirten şu sözcükler dökülür eşkıya reisinin ağzından:
- "Yeri bohça içi olan ve çalınması da mümkün olan bilgi, bilgi değildir. Git de haline bir çare düşün!"

Bakış açısı, yapılan işe değer biçmek

Fransa'da, ağır işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli, ilk işçiye yaklaşır ve sorar: "Ne yapıyorsun?"
"Nesin sen, kör mü!" diye öfkeyle bağırır işçi, "Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş, ölümden beter."
Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar: "Ne yapıyorsun?" İşçi cevap verir:
"Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli sonuçta bir işim var. Daha kötü de olabilirdi."
Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler. "Ne yapıyorsun?" diye sorar. "Görmüyor musun," der işçi kollarını gökyüzüne kaldırarak, "bir katedral yapıyorum."
Bu hikayenin enteresan tarafı her üç işçinin de aynı işi yapıyor olmaları.

Allen Klein

Hasan Yılmaz, Gençler, s. 46

Öğrenilmiş çaresizlik-2


Pireler normalde 70 cm kadar zıplar. Bir grup pire 35 cm yüksekliğinde bir şişe içine koymuşlar. Pireler zıplıyor, fakat kafalarını tavana vuruyorlar. Bir süre sonra şişeden çıkarılmışlar. Doğal ortamda 35 cm.den yükseğe zıplayamadıkları gözlenmiş

Hasan Yılmaz, Gençler, s. 39

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK-3


“1992 yılında İstanbul’da doktora eğitimim için bulunurken bir grup arkadaşla birlikte Ukrayna'dan Türkiye'ye gelen bir sirke gittik. Sirk henüz gösterilerine başlamamıştı ve hazırlık yapıyorlardı. Her arkadaşın dikkatini farklı şeyler çekiyordu. Benim dikkatimi ise 10 ton ağırlığında olduğu söylenen dev gibi bir fil çekmişti. File bakakaldığımı gören arkadaşlar sordu.
- Hayırdır, ne var o filde, neden daldın gittin?
- Bakın dedim koca fil incecik bir ip ile küçücük bir kazığa bağlanmış, kılını bile kıpırdatmıyor. Bırakın gövdesini hoplatmayı bacağını kaldırsa ya ipi koparır yada kazığı yerinden söker ama o öylece duruyor.
Önce ilaç verilerek o hale getirilmiş olabileceğini düşündük. Ama fil bakıcısına sormadan da edemedik.
-Nasıl yaptınız? Bu koca fil küçücük bir kazık ve incecik ip yerinde tutuyor olamaz.
Fil bakıcısı güldü ve anlatmaya başladı.
-Elbette dedi, elbette ip ve kazık sayesinde değil. Biz bu filleri küçücük iken alırız. Küçük yavru fili kalın bir urganla kocaman bir demire bağlarız. Haftalarca, aylarca hatta yıllarca çabalar. İpi koparmak, kazığı sökmek için çaba harcar, ama kurtulamaz. Öyle bir gün gelir ki bir şeye inanmaya başlar;
“Nasıl olsa olmayacak; madem yapamayacağım neden çaba harcayayım..” İşte bunu düşünmeye buna inanmaya başladıktan sonra ipi andıran bir şeyle bağlayın kılını bile kıpırdatmaz. 

Hasan Yılmaz, Gençler, s. 38

Kötümser olmamak


Nick adında bir demiryolu isçisinin öyküsü bu. Nick güçlü, sağlıklı bir işçi manevra sahasında çalışıyor. Arkadaşlarıyla ilişkisi iyi ve işini iyi yapan güvenilir bir insan. Ne var ki, kötümser biri, her şeyin kötüsünü bekler ve başına kötü şeyler geleceğinden korkar.
Bir yaz günü, tren isçileri, ustabaşının doğum günü nedeniyle bir saat önceden serbest bırakılırlar. Tamir için gelmiş olan ve manevra alanında bulunan bir soğutucu vagonun içine giren Nick, yanlışlıkla içerden kapıyı kapatır, kendini soğutucu vagona kilitler. Diğer işçiler Nick'in kendilerinden önce çıktığını düşünürler. Nick kapıyı tekmeler, bağırır, ama kimse duymaz, duyanlar da bu tür seslerin sürekli geldiği bir ortamda olduğu için pek kulak vermezler. Nick burada donarak öleceğinde korkmaya başlar. Eğer buradan çıkmazsam, burada kaskatı donacağım, diye düşünmeye başlar. İçerde yarısı yırtılmış bir karton kutunun içine girer. Titremeye başar. Eline geçirdiği bir kağıda karısına ve ailesine son düşündüklerini yazar: Çok soğuk, bedenim hissizleşmeye başladı. Bir uyuyabilsem! Bunlar benim son sözlerim olabilir?
Ertesi günü soğutucu vagonun kapısını açan işiler, Nick'in donmuş bedenini bulurlar. Üzerinde yapılan otopsi, onun donarak öldüğünü göstermektedir. Fakat bu olayı olağanüstü yapan, soğutucu vagonun soğutma motorunun bozuk ve çalışmıyor olmasıdır. Vagonun içindeki ısı 18 c’dir ve vagonda bol hava vardır.

Hasan Yılmaz, Gençler, s. 23-24

Müfredat ve zaman uyumu

Zamanın birinde, bir deve yavrusu annesinin arkasında gidiyormuş.Fakat anne deve o kadar hızlıymiş ki, yavru bir türlü yetişemiyormuş.Hızlı gideceğim diye de kendisini paralıyormuş.
Annesine yalvarmış,
- “Anneciğim, nolur biraz yavaş yürü sana bir türlü yetişemiyorum”demiş.
Bunun üzerine anne deve,
- “Ah yavrum” demiş, “yular ben de değil ki, başkasının elinde, o beni hızlı yürütünce hızlı gidiyorum.”

Dinlenirken hazırlanmak

Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyormuş. Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyormuş, bir ağaç devrilirken hemen diğerine geçiyormuş. Gün boyu ne dinleniyor ne öğle yemeği için kendine vakit ayırıyormuş. Aksamları da arkadaşından bir kaç saat sonra ağaç kesmeyi bırakıyormuş.
İkinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında eve dönüyormuş. Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başlamışlar.
Sonuç: İkinci adam çok daha fazla ağaç kesmiş. Birinci adam öfkelenmiş: “Bu nasıl olabilir? Ben daha çok çalıştım. Senden daha erken ise başladım, senden daha geç bitirdim. Ama sen daha fazla ağaç kestin. Bu isin sırrı ne?”
İkinci adam yüzünde tebessümle yanıt vermiş:
“Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken, ben arada bir dinlenip baltamı biliyordum. Keskin baltayla, daha az çabayla daha çok ağaç kesilir.”

Moral bozucu sözlere aldırış etmeden azimle çalışmak

Bir kurbağa sürüsü ormanda yürürken, içlerinden ikisi bir çukura düşer. Diğer bütün kurbağalar çukurun etrafında toplanırlar. Çukur bir hayli derindir ve arkadaşlarının zıplayıp dışarı çıkması mümkün görünmemektedir. Yukarıdaki kurbağalar, boşuna uğraşmamalarını söylediler arkadaşlarına :
“Çukur çok derin,dışarı çıkmanız imkansız.”
Ancak, çukura düşen kurbağalar onların söylediklerine aldırmayıp çukurdan çıkmak için mücadeleye devam ederler. Yukarıdakiler ise hala boşuna çırpınıp durmamalarını, ölümün onlar için kurtuluş olduğunu söylerler. Sonunda kurbağalardan birisi söylenenlerden etkilenir ve mücadeleyi bırakır. Diğeri ise çabalamaya devam eder. Yukarıdakiler de, çırpınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürürler.
Ne var ki, çukurdaki kurbağa son bir hamle daha yapar, bu kez daha yükseğe sıçramayı başarır ve çukurdan çıkar. Çünkü, bu kurbağa sağırdır. O yüzden, arkadaşlarının ümit kırıcı sözlerine kulak asmamıştır.

http://www.kendinigelistir.com/sagir-kurbaga/

***

Bir gün bir grup kurbağa direğe tırmanma yarışı yapmaya karar verir ve bütün kurbağalar yarışa davet edilir. Yarışa katılan kurbağalar direğe tırmanmaya başlayınca, seyirci kurbağalar bağırmaya başlarlar: “Aptal kurbağalar tırmanamazsınız, aptal kurbağalar tırmanamazsınız!”
Bu sözlerden çok etkilenen ve morali bozulan kurbağalar teker teker yere inmeye başlarlar, ama içlerinden biri tırmanmaya devam eder ve yarışmayı kazanır. Sıra ödül törenine geldiğinde başaran kurbağaya nasıl başardığı sorulur. Bizim kurbağa eliyle kulağını işaret ederek bağırır:
“Biraz hızlı konuşur musunuz, kulağım iyi duymuyorda?”

(Oğuz Saygın, Hayvanlar Dünyasından Örneklerle Kişisel Gelişim Öyküleri, İstanbul: Yakamoz Yayınları, 2008, s. 85)

Harekete geçmeden önce planlama

Kanuni Sultan Süleyman adını taşıyacak olan Süleymaniye Camii’nin yapımı için şu anki arsanın bulunduğu yeri beğenir. Mimar Sinan’ı da çağırır araziye bakamaya,uygun olup olmadığını görmeye giderler. Mimar Sinan araziyi dikkatle inceler.

Padişah sorar.”Nasıl buldun Sinan?”
Koca Sinan cevap vermez ve araziye bakmaya devam eder. Vezirler diğer devlet erkanı herkesin gözü Sinan’ın ve Kanuni’nin üzerindedir. Ortalık buz kesmiş,çıt çıkmamaktadır. Herkesin padişahın ne yapacağını beklemektedir.

İğne düşse duyulacak bir sessizlik vardır. Mimar Sinan konsantre olmuş araziye bakmaktadır.

Kanuni bir kere daha sorar ”Ne düşünürsün bre Sinan?”…

Mimar Sinan gözlerini araziden ayırtmaz ve cevap vermez. Herkesin korkmuş şaşkın muhteşem Süleyman’ın gazabını,hiddetini beklemektedir. Padişah hiçbir şey söylemez.

Aradan bitmek bilmeyen bir süre daha geçer. Ve Mimar Sinan başını eğerek arsadan içeri girer. Herkes Sinan’ın onları duymadığını o kısa süre içerisinde yapıp hayalinde oluşturduğu kemerlerden birine çarpmamak için kafasını eğerek boş arsayı girdiğini fark eder.

Hedef, azim ve motivasyon

4 Temmuz 1952 günü 34 yaşında bir kadın, Pasifik Okyanusu'na dalarak, Catalina adasından, 21 mil batısında kalan Kaliforniya''ya doğru yüzmeye başladı. Eğer başarılı olursa, bunu yapan ilk kadın olacaktı. Adı Florence Chadwick olan bu yüzücü, Manş Denizi'ni her iki yönde geçen ilk kadındı. O sabah su, vücudu uyuşturacak kadar soğuktu ve sis o kadar yoğundu ki, beraberindeki tekneleri güçlükle seçebiliyordu. Milyonlarca insan televizyonlarından onu izliyordu, köpekbalıkları ve dondurucu soğuğun etkisini hiçe sayarak 15 saat yüzdü. Yakındaki bir teknede bulunan annesi ve antrenörü, araya çok yaklaştıklarını ve devam etmesini söyledilerse de o, kendisini sudan çıkarmalarını istedi. Azimli yüzücü, Kaliforniya kıyısına yarım mil kala sudan çıkışının nedenini şöyle açıkladı:

"Karayı görebilseydim, başarabilirdim!" Vazgeçmesinin nedeni ne yorgunluk, ne de soğuktu... Tek neden, sis yüzünden karayı görememekti. Bu hayatin bir gerçeğiydi: Bir şeyi başarabilmek için, ortada gözle görülür bir hedef olmalıydı!


Hasan Yılmaz, Gençler, s. 64-65

Babalar çocuklarının eğitimleriyle ilgilenmeli-3

Abraham Lincoln’un, oğlunun öğretmenine yazdığı mektup şöyledir:
OĞLUMUN ÖĞRETMENİNE…
Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve âdil olmadığını.
Fakat şunu da öğret ona; her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık, kendini adamış bir lider vardır.
Her düşmana karşılık bir dost olduğunu da öğret ona.
Zaman alacak biliyorum. Fakat eğer öğretebilirsen ona, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret.
Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı.
Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu.
Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona.
Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını.
Eğer yapabilirsen, ona kitapların mucizelerini öğret.
Fakat ona sessiz zamanlar da tanı; gökyüzündeki kuşların, güneşin, yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği.
Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona.
Kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi.
Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı da sert olmasını öğret ona.
Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma.
Tüm insanları dinlemesini öğret ona. Fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret.
Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona.
Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.
Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini.
Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.
Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona. Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa dimdik dikilip savaşmasını öğret.
Ona nâzik davran, fakat onu kucaklama. Çünkü ancak ateş çeliği saflaştırır.
Bırak, sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun.
Bırak, cesur olacak kadar sabrı olsun.
Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır.
Bu büyük bir taleptir; ne kadarını yapabilirsen bir bak bakalım.
O, ne kadar iyi, küçük bir insan. Oğlum!

(Abraham Lincoln’s Letter To His Son’s Teacher)

Kaynak: Çocuk Eğitiminde Babanın Rolü