10 Kasım 2010 Çarşamba

DİNİ KİMLİK VE KİŞİLİK GELİŞİMİNE KÜLTÜRÜN ETKİSİ (71/26-27)

“Nuh, şöyle dedi: “Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve kâfir kimseler yetiştirirler.” (71/Nuh, 26-27)


Nuh (as), toplumsal yapının ve kültürün, başta çocuklar olmak üzere insanların kişiliğini şekillendireceği, dinden uzaklaştırıp küfre sürükleyebileceğini belirtmiştir. Bir ailenin yaşadığı çevre, onların dinî ve ahlakî yaşantılarına zarar veriyor, çocuklara İslamî terbiye verilemiyor, aile üyeleri küfre ve şirke düşme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor iseler, o çevreden taşınmaları, hicret etmeleri gerekir. Hz. İbrahim, Hz. Lut gibi peygamberler, Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı kiram bu sebeple hicret etmişlerdir. Kur’an’a göre, hicret etmeyerek dinen zarara uğramayı göze almayı Yüce Allah mazur görmemektedir (4/Nisa, 97-98). (Bkz. İbrahim Canan, Aile İçi Eğitim, İzmir 2009, s. 109)

Bir toplumun ortak yaşama biçimi demek olan kültürün, sosyal kişiliğin oluşmasını sağladığı (Salih Güney, Davranış Bilimleri, s. 38); insanın kültürü, kültürün de insanı yarattığı belirtilmiştir (Güney, a.g.e., s. 30).
Çocuk doğar doğmaz sosyokültürel etkiler toplanmaya başlar. Bu etkiler kişiyi tüm yaşamı boyunca yapılandırır. Bu etkilerin bazıları çok küçük yaşlarda, bazıları erken çağda, bazıları ise olgunlukta daha yönlendirici bir etkiye sahiptir. (Tuncel Altınköprü, Şahsiyet Analizi, s. 61-62)

Abdurrahman Kasapoğlu, kişiyi inkâra sevk eden motivlerden biri olan “sosyal çevre”yi şöyle açıklıyor:

“İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip olarak, gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal bir varlık olarak değerlendirilen insan, inancını, bakış açısını, her türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde, toplum insanın benliğini, iradesini, idrakini kuşatır, adeta esir alır, hapseder. İnsanın, toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele hâline gelir. Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek, onların düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek isterler.

Toplum, binlerce yıllık birikimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez; kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle gelişmesine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.

Toplum ve birey arasındaki iletişim ve etkileşim konusuna değindikten sonra, Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften bakarak, yapılarına göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri, normları ilâhî öğretiye dayalı toplumlar, diğeri, normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar. Câhilî toplumlarda insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda, toplumun yanlışlarına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir. Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır. Bu tip insanlar ilâhî bir mesajla, hak bir sözle karşılaştıklarında kendilerine göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hâle getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey, içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış da olsa toplumun reddettiği her şey kabul edilemezdir. Hak bir sözle, ilâhî bir mesajla cahiliyle toplumunun karşısına çıkanlar şu tür sorulara muhatap olurlar; “Bu kadar insan bilmiyor da sen mi biliyorsun!” “Bunca insan yanlış yolda da sen mi doğru yoldasın!” Yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de bunu sen mi fark ettin! vs.

Her insanda, çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun beğenisini kazanma eğilimi ve çoğunluk tarafından dışlanma korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından tevhîd üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur. Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa, etkileşim de bu doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum inkâr motivi işlevini görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil, Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.

Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal çevrenin rolü yadsınamaz. Sosyal çevre doğrudan doğruya olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk bir çevre öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda kutsal duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdî düşünceler güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin inkârcılığının bir motivi olur.” (Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’ân’da Îmân Psikolojisi, s. 202-205)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder