27 Ekim 2010 Çarşamba

3/ÂL-İ İMRAN SURESİ, 159; 17/İSRA SURESİ, 53; 20/TAHA SURESİ, 43-44


“(Ey Peygamber,) senin yumuşak davranman Allah’ın rahmetinin bir eseriydi. Zîrâ onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın, doğrusu senden koparlardı. Artık onları bağışla ve affedilmeleri için duâ et.” (3/Âl-i İmrân, 159)
Şefkat ve merhamet, güler yüz ve tatlı dil, katı kalpliliği yumuşatan, kin ve düşmanlığı eriten, nefreti muhabbetle değiştiren, insanları birbirine yaklaştıran ve bağlayan yollardır. Kaba ve haşîn davranış, kırıcı ve yıkıcı söz ise muhâtabı soğutur, kaçırır, nefret ettirir.
Atâ b. Yesâr (rh) anlatıyor: Abdullah b. Amr b. el-As’a (ra) rastladım ve: “Resûlullah’ın (sa) Tevrât’ta zikredilen vasıflarını bana söyle.” dedim. Bunun üzerine hemen: “Pekâlâ.” dedi ve devâm etti: “Allah’a yemin olsun! O, Kur’ân’da geçen bâzı sıfatlarıyla Tevrât’ta da mevsuftur (ve şöyle denmiştir:) Ey peygamber, biz seni insanlara şâhid, müjdeleyici ve korkutucu ve ümmîler için de koruyucu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve elçimsin. Ben seni ‘mütevekkil’ diye isimlendirdim. O, ne katı kalpli, ne de kaba biri değildir. Çarşı pazarda rasgele bağırıp çağırmaz. Kötülüğü kötülükle kaldırmaz; bilakis affeder, bağışlar. Allah, bozulmuş dîni onunla tam olarak ikame etmeden; onunla kör gözleri, sağır kulakları, paslanmış kalpleri açmadan onun ruhunu kabz etmez.”[1]
Hüsn-ü muâmele davranışlarda, hareketlerde ve sözlerde ortaya çıkacağı için, kişi karşısındaki insana nasıl davranacağını, nasıl hitâp edeceğini çok iyi hesaplamalıdır. Yersiz olarak yapılacak sert bir çıkış, nefret ve düşmanlığı doğurabilir. İşte o zaman eğitimcinin/dâvetçinin bütün emekleri boşa gider; hedefin bizzat kendisine zarar gelir. Böyle bir davranış karşısında, gâyet iyi bir şey artık fenâ tesir bırakır; hakkı kabul istidâdında olanlar, hakîkati duyan ve kavrayanlar bile hatâ bulmaya çalışır, muhalefet etmeye kalkışır:
“Yine de sen kullarıma söyle, (inançlarını paylaşmayan kimselerle) en güzel bir biçimde konuşsunlar. Çünkü şeytân insanların aralarını açmak için her zaman fırsat kollamaktadır. Şeytân gerçekten de insanın açık düşmanıdır!” (17/İsrâ, 53)
Nitekim Hz.Mûsâ ve Hârûn “kavl-i leyyin (tatlı söz)” sâhibi idiler. Cenâb-ı Hakk, Firavun gibi kendini Rab ilân etmiş azılı bir kâfire onları dâvetçi olarak gönderirken, (insana psikolojik olarak etki eden, öğüt alıp Allah’tan korkmasını sağlayan çok mühim bir husus olduğu için) belki hidâyete gelir diye onlara kavl-i leyyin’i emrediyordu:
“İkiniz birlikte doğruca Firavun’a gidin. Çünkü o gerçekten her türlü ölçüyü aşmış bulunuyor. Ama onunla yumuşak bir dille konuşun ki, o zaman belki aklını başına toplar, yahut (böylece, en azından kendisine) gözdağı verilmiş olur.” (20/Tâhâ, 43-44)
Halîfe Hârûn er-Reşîd’e bir vâiz gelmişti. Bu vâiz, yaptığı işlerden dolayı halîfeye öyle bir çıkıştı, öyle bir sert lisân kullandı ki, Hârûn er-Reşîd: “Bu senin yaptığın nasîhat ve irşâd değil!” deme mecburiyetinde kaldı ve ilâve etti: “Cenâb-ı Hakk, senden çok daha hayırlı birisini [Hz.Mûsâ ve Hârûn’u] benden çok daha şerir birisine [Firavun’a] göndermişti ve yumuşak sözle muâmele etmelerini, güzel bir şekilde dâvet ve nasihatte bulunmalarını emretmişti.”
Yeni Müslüman olduğu için namâzda konuşulmaması gerektiğini bilmeyen Muâviye b. el-Hakem, cemaatla namâz kılındığı bir sırada aksıran birisine “Yerhamükâllah” demişti. Bu yersiz konuşmasından ötürü herkes ona sert sert baktı. Muâviye şaşırmıştı: “Eyvah, mahvoldum! Ne bakıyorsunuz yahu, ne yaptım!?” deyince, bu defa namâz kılanlar onu susturmak için elleriyle bacaklarına vurmaya başladılar. Muâviye, Müslümanların kendisini susturmak istediklerini anlayarak sustu ve işin sonunu heyecanla beklemeye başladı. Hâdiseyi bize anlatan Muâviye (rh) diyor ki: “Anam babam Resûlullah’a fedâ olsun. Ne ondan önce, ne de sonra Resûl-ü Ekrem kadar güzel öğretim yapan bir muallim görmedim. Beni ne azarladı, ne dövdü, ne de  sövdü. Namâz bitince şunları söyledi: “Namâzda dünya kelâmı konuşulmaz. Namâz, tesbih, tekbir ve kıraat-ı Kur’ân’dan ibârettir.” [2]
Hz.Enes (ra) anlatıyor: “Biz, Resûlullah (sa) ile birlikte mescidde otururken bir bedevî çıkageldi. Durup mescidin içine bevletmeye başladı. Resûlullah’ın (sa) ashâbı kalkıp: “Dur! dur!” diyerek (üzerine yürümeye) kalktılar ki Resûlullah (sa) müdâhale etti: “Kestirmeyin, bırakın tamamlasın.” Ashâb müdâhale etmedi, adam da ihtiyâcını tamamladı. Sonra Resûlullah (sa) adamı yanına çağırdı ve: “Bu mescidler, idrar ve pislik bırakma yeri değildir. Allah’ın zikredildiği yerlerdir. Buralarda namâz kılınır, Kur’ân okunur.” dedi. Ardından cemaatten birine bir kova su getirmesini emretti. Kova gelince sidiğin üzerine boşalttı.”[3] 

Muhâtaba davranışta, hüsn-ü muâmelenin şümûlü içerisinde olarak göz önünde bulundurulması gereken bir husus daha var: Muhâtabın hatâsını yüzüne vurmamak, arkadaşları, kavmi arasında, insanlar nazarında onu küçük düşürmemek... Bunun için, ya o bir kenara çekilerek münâsip bir dille hatâsı îzâh edilecektir veya insanlar arasında isim ve şahıs belirtmeden, sâdece yapılan işin yanlış olduğu belirtilecektir. Resûlullah Efendimiz, menfî davranışını gördüğü bir kimseyi kat’iyetle hatâsını yüzüne vurarak mahcup etmemiş; isim belirterek: “Falana ne oluyor ki şöyle söylüyor!” diye kınamamıştı. Bilakis hatâyı umûmîleştirerek: “İnsanlara ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor!” diyerek tebliğ ve tashîhte bulunurdu.[4] Bir keresinde ashâbdan birinin namâzda duâ sırasında gözünü önünden kaldırıp semâya diktiğine ve etrafa göz gezdirdiğine şâhit olmuştu. O, bu hatâyı şöylece tâmir etti: “Bir takım kimseler, namâz kılarken, duâ sırasında gözlerini semâya kaldırmalarından ya vaz geçerler, ya gözleri kör olur.”[5] Bu şekilde hareketle hem hiç kimse gücendirilmemiş, mahcup edilmemiş oluyor, hem de sözün tesir sâhası genişleyerek herkes istifâde ediyor; varsa bu konudaki hatâsını düzeltiyordu.





[1] Buhârî, “Büyû” 50, “Tefsir” Feth sûresi 3.
[2] Müslim, “Mesâcid” 33; Ebû Dâvûd, “Salât” 167; Nesâî, “Ticâret” 67
[3] Buhârî, “Vudû” 57-58, “Edeb” 35; Müslim, “Tahâret” 99
[4] Ebû Dâvûd, “Edeb” 6
[5] Müslim, “Salât” 118

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder