3 Kasım 2010 Çarşamba

FITRAT, DİN PSİKOLOJİSİ VE DİN EĞİTİMİ

“Rabbin, her ne zaman Âdemoğullarının bellerinden onların zürriyetlerini çıkarsa, onları kendileri hakkında şahit tutar: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorunca onlar da “Elbette! Kesinlikle, biz buna şahidiz” diye ikrar ederler. Bunu hatırlattık ki Kıyamet Günü “bizim bu gerçekten haberimiz yoktu” demeyesiniz.” (7/A’raf, 172)
Ayetin muhtevası, avam dilinde “kâlu belâ” diye bilinir. Allah ile insan ruhu arasındaki bu diyalogun hakiki olarak ruhlar aleminde gerçekleştiği belirtilmiştir.[1]
Bu diyalogun anne karnında gerçekleşmeye devam etmekte olduğu da ileri sürülmüştür.[2] Bu yoruma göre; Yüce Allah’ın bu talimi ile insan ruhu, doğum öncesi programlanmaktadır.[3] İşte o ruh, anne karnında bir bedene üfürüldü ve doğumla birlikte dünyaya geldi. Doğumun akabinde, ismi dahi ona söylenmeden önce okunan ezan ve kamet, ruha Allah’a verdiği sözde sadık olmasını hatırlatmaktadır. Doğan çocuğun kulağına ezan okumak, “Elest bezmi” ile çocuğun şuur altına yerleştirilen inanç duygusunu harekete geçirmek için yapılan bir faaliyettir.[4]
Ancak bu diyalogu mecazî sayan ve canlandırma / dramatizasyon olarak nitelendirenler de olmuştur. Elmalı'ya göre ayetteki “bu akit, emrî, kavlî, kelamî mahiyette bir sözleşme değil, bir kuvve-i marifetin tekvin-u tekevvünü manasına bir ‘akd-i fiilî’ demektir.”[5]
Ayet, insanoğlunun doğuştan ‘aşkın bir Yaratıcı Varlık’ı algılamaya yatkın yapısına, yani “fıtrat”a atıfta bulunmaktadır. İnsan fıtratının tevhidi kabul etmeye doğuştan hazır olduğunu, Rab olan bir yaratıcıyı inkârın mazeret olamayacağını ifade etmektedir.
Her kişi ve her toplum devamlı kendi vicdanlarını araştırmalıdır ve kalplere nakşedilmiş bu “ana sözleşme” olduğu için hiçbir kimse, “atalarımızın kurulmuş düzenleri ve ırsî hafızaları tarafından şartlandırılmış olma” bahanesine sığınamaz. İşte peygamberlerin asıl vazifesi, insanın kalbi üzerindeki fıtrî şifreli yazıyı daha açık ve tatminkar bir şekilde çözebilmesi için vicdanını uyandırmaktır[6].
***
“Sen, varlığınla her tür sapmadan uzaklaşarak tümüyle doğru ve asıl dine, Allah’ın insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrata çevir, fıtrata uygun hareket et. Tâ ki Allah’ın yarattığında olumsuz bir değişme olmasın. İşte doğru dinin amacı budur ve fakat insanların çoğu bilmezler.” (30/Rum, 30)
“Fıtrat”; ilk yaratılışta kazanılmış özellikler, henüz dış etkilerle değişmemiş olan varoluşun ilk saf, tabiî halini ifade eden bir kelimedir.
Fıtrat terim olarak, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile düzmece arasında ayırım yapabilmesine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine im­kan veren, doğuştan edindiği sezme ve algılama yeteneği ifade eder.[7] Elmalılı'nın “Fıtrat sırf ilahîdir. Bir şevki haktır.”[8] sözü de insandaki bu ilahî sezgisel gücü ifade etmektedir.
İnsan bir amaç için yaratılmıştır. Bu amaç, yeryüzünde hayatın tevhit ve adalet ekseninde inşaasıdır. Allah insana bu misyonundan dolayı “halife” adını verir. Fıtrat, insanın yaratılış amacını gerçekleştirilecek donanıma ve altyapıya sahip olmasıdır. Dindarlık, insanın başlangıçtaki kendi tabiatına bir dönüş, ilahî format olan insanî fıtratın farkına varış tecrübesidir. Küfür, şirk, dalalet, nifak gibi manen ve ahlaken düşüş kategorileri ise, fıtrattan uzaklaşması, dolayısıyla kendisine yabancılaşması anlamına gelir.
İnsan yaratılışı gereği kendisinden üstün çok yüce ve sonsuz bir gücün varlığını kabule eğilimlidir. Kendi varlığının ve evrenin üstünde hakim bir kudretin varlığını hissetmek insanın benliğinde doğuştan mevcuttur. Bu yetenek başkalarından öğrenilerek elde edilmediği gibi, onun edinilmesinde deney ve araştırmanın bir rolü yoktur. Bu kabiliyet (fıtrat) Yüce Allah tarafından insana verilmiştir. Ancak, fıtratın yolunu bulmasını engelleyen iç ve dış faktörler vardır. İnsanlık tarihi fıtrat ile onu engelleyen duygusal, düşünsel ve toplumsal faktörler arasında geçen mücadelelere sahne olmuştur. Fıtratın ortaya çıkmasını engelleyen durumların aşıldığı, gerekli özgürlük ortamının sağlandığı anlar da vardır. İnsanın başına gelen tehlikeler, fıtratın uyanmasına imkan tanıyan faktörlerdendir. Bu gibi durumlarda insanın doğasında var olan iman ortaya çıkar.
Üzerinde yaşadığımız dünyanın her tarafında tabiat olaylarıyla karşı karşıya gelme olasılığı vardır. Depremleri, su baskınlarını, yer kaymalarını, şiddetli kasırgaları, bulaşıcı hastalıkları, trafik kazalarını, yangınları, kuraklıkları buna örnek gösterebiliriz. Her insan yırtıcı hayvanların saldırısına uğradığında, deniz dalgalarına ya da sel sularına kapılıp çırpınmaya başladığında, bir hastalığa tutulup bütün tedavi yollarının sonuçsuz kalması durumunda, uçak arızalanıp düşme tehlikesi baş gösterdiğinde normal güçlerin üstünde bir güce yönelip yardım diler. Ekonomik sıkıntılar, sosyo-kültürel sorunlar, hastalıklar, savaşlar, deprem ya da daha farklı doğal afetler insanda kaygı, korku, endişe, sıkıntı, çaresizlik gibi duyguları doğururlar. Tabiat olayları ya da sosyal çevreden kaynaklanan çaresizlik ve mahrumiyetler ile dinî inanç arasında önemli bir ilişki vardır. İnsanı bir dine yönelmeye sevk eden faktörler arasında güvenlik ihtiyacının olduğu da belirtilmektedir. Kriz anları diye nitelenen özel durumlarda tabiî kuvvetler insana fıtratı hatırlatırlar, sanki bu unsurlar insanın hidayete kavuşması için kozmik bir çaba içerisine girerler. Aslında tabiatta insanı kuşatan bütün zorluklar, Allah’ın evrende tek güç sahibi olduğunu ortaya çıkaran ve bu inancın insan ruhunda mevcut bulunduğunu ispat eden kanıtlardır.
Bazı psikologlar, antropologlar, sosyologlar tanrı inancının kaynağını insanın çaresizliğinde, tabiat olayları karşısında yaşadığı korkularda aramışlardır. Buna göre, evreni ve evrendeki olayları gözlemleyen insan bazı olaylar karşısında ürperip dehşete kapılırken, bazı olaylar karşısında da ümitlenip rahatlamıştır. İnsan ümit ve güven sağlayan ortamın devamlılığını sağlamak, korktuğu şeylerin zararından korunmak için tapınma eğilimi göstermiş ve din fikri buradan doğup gelişmiştir.
Ancak korku ve endişe gibi duygularla din duygusunu izah etmek yeterli olmaz. Tanrı inancı, kompleks bir yapıdan teşekkül etmiştir ve bu inancın insanın içinde ve dışında pek çok güdüsü vardır. Korku ve dehşet hallerinin insanın dini hissiyatını kabartması, insanı dine yönelten faktörlerden sadece birisidir.
İnsanların sadece tabiat olayları karşısında duydukları hayret ve korku sebebiyle dinî inanç geliştirdiklerini kabul erecek olursak, insanlar bu olayları tanıdıkları ve kanıksar hale geldikleri zaman korkunun ortadan kalkması ve buna bağlı olarak dinin de son bulması gerektiği neticesine ulaşırız.
İnanma duygusunun ilâhî dinle veya prensiplerle tatmin edilmesi gerekir. Cinsî duygu meşru yollarla tatmin edilmediğinde nasıl ki gayri meşru yaşantılar doğuyorsa, toplumda ve insan kişiliğinde büyük yaralar açıyorsa, din duygusu da meşru ilkelerle tatmin edilmelidir. Bu böyle olmayınca, inanç duygusu, kendisine çıkar yol arayacaktır. Mesela, belli bir doktrini inanç, hatta din gibi kabullenme, onun çıkış yoludur. Puta tapanlar da bu din duygularını tatmin etmektedirler.
Ünlü psikolog Erich Fromm şöyle demektedir: “İnsanoğlu her şeye tapabilir. Problem hangi dine tapmasındadır. Yoksa tapmayan insan mevcut değildir.”[9] “Dine ihtiyaç duymayan hiç kimse yoktur. Ancak kendisini dinsiz sayan ve öyle zanneden kimse, yine tapma dürtüsüyle başka şeylere tapar. Meselâ, paraya tapar, kuvvete tapar. O halde mesele olan, böyle bir insan niçin tapar ve neye tapar? Yoksa tapmak onun fıtratında var olan bir unsur mudur? sorularını cevaplamaktır.”[10]
Hak Peygamberin vazifesi, insanın özünde bulunan bu tapma ihtiyacını gerçeğine doğru yönlendirmesidir. İnsanları, başka şeylere kulluktan kurtarıp yalnız Allah’ı Rabb tanıyıp, yalnız Allah’a tapmalarını sağlamak Peygamberlerin ilk vazifesidir.[11]
***
Hz. Peygamber’in, “Doğan her çocuk fıtrat üzere (Allah’a inanmaya ve dinî inancı kabul etmeye yatkın) doğar. Sonradan ana-babası onu Yahûdîleştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecûsîleştirir. Eğer ana-babası Müslüman iseler çocuk da Müslüman olur.”[12] hadisi de aynı hususu açıklamaktadır.
Bu hadis ışığında diyebiliriz ki fıtrat, çevre şartlarına göre şekle giren esnek bir tabiata sahiptir. Çevre şartları fıtrattaki eğilimlere uygun düzenlenmediği takdirde bu eğilimler başka kalıplara girmeye veya büsbütün körelmeye uğrayabilmektedir.
Hadise göre, çocuğun/insanın dini eğitiminde çok önemli ve en öncelikli kurum olan ailede aile içi eğitim güçlendirilmeli ve velilere yönelik eğitim-öğretim çalışmaları yapılmalıdır.


[1] bkz. Ebu Davud, Sünnet, 17, hadis nu: 4703
[2] Bayraktar Bayraklı,  “Kur’an-ı Kerim’e Göre Ailede Çocuk Terbiyesi”, İslam’da Aile ve Çocuk Terbiyesi, İstanbul 1996, II, 166-167
[3] Bayraklı, “Eğitimin Doğum Öncesi Boyutu”, s. 173
[4] Bayraklı, “Kur’an-ı Kerim’e Göre Ailede Çocuk Terbiyesi”, II, 156-157
[5] Elmalılı, Hak Dînî, IV, 2325
[6] Fazlurrahman, s. 60
[7] İbn Manzûr, Lisân, V, 57-58
[8] Elmalılı, Hak Dînî Kur'ân Dili, VI, 3824
[9] Erıch Fromm, Kendisine Yabancılaşmış Dünya’dan nakleden Murtaza Mutahhari, İnsan Gerçeği, s.71
[10] Erich Fromm, Psikanaliz ve Din’den nakleden Murtaza Mutahharî, İnsan Gerçeği, çev. Celâleddin Yılmaz, İstanbul: Fıtrat yay. 1987, s.38
[11] Mutahhari, İnsan Gerçeği, s.71
[12] Buhârî, Cenaiz 80, 93; Müslim, Kader 22-25. Hadis için ayrıca bkz. Kütüb-i Sitte, II, 316-317, hadis nu: 48

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder